14 Haziran 2012 Perşembe

İnsanlar Nasıl Tanışacak?


Ve geldi yaz ayları… Sonunda çok şükür ameno! Anacım neydi o kış yaa bitmek bilmedi yağmur toz çamur… Bitti bitmesine de şimdi de yeni bir dalga sardı insanoğlunu. Başımı yukarı kaldırdım ve sesleniyorum! Küresel soğuyoduk hani biz şimdi nerden çıktı bu sıcaklar? Azalarak bitmek terimini yaşıyorum an be an. Sıcak… Çok sıcak…

Şu hayatta en gıcık olduğum şeylerden biri gereksiz samimiyettir. Hele ki bu saçma sapan insanlar tarafından yapılırsa. Oğlum kim oluyorsun da bana ‘SEN’ diye hitap ediyorsun? Bir şey almaya gidersin ’10 lira ama sana 5 olur’ cümlesi var ya o cümle var ya… En büyük zevkim bunu diyen kişiye ‘Neden?!’ diye sormak. Çok güzel kilitlenip kalıyorlar çünkü. Ve ben de zafer kazanmış bir edayla başım dik mağrur bir şekilde uzaklaşıyorum oradan ha tabi ki şeytan diyo al o sattığını boğazına tık ama hayatta bi çizgimiz bi imajımız var yani diğ miğ!? Aydın kesimdeniz vesselam… Bugün de durakta sıcağın bağrında asla gelmeyen otobüsümü bekliyordum. 10 dakika 15 20 derken baktım yarım saattir bekliyorum. Malum bu sıralar grevler pek meşhur (sanki bir işe yarıyormuşçasına). Bu durum aklıma gelince dedim ulan iett greve girmiş olmasın ve hareket amirliği denen aslında tüm çapulcuların toplaşıp kız kestikleri yere doğru yaklaştım.
‘Pardon ama ** numaralı otobüs gelmeyecek mi?’ dedim tüm iyi niyetimle ama bu badem bıyıklılara iyi niyet haram. Bu noktayı hep unutuyorum.
‘Sen onu mu bekliyon’ dedi bana hadsiz adam. Tüm kan beynime sıçradı.
‘Sen?’ dedim gözlerimi kısıp.
‘He sen’ dedi.
‘Beklemiyorum ben bişey’ diye çemkirip geri yerime döndüm. Ama hani güzel Türkçe’miz gayet zengin bir dildi? Hani kibardık biz? ‘Siz’ diye bir kelime vardı unuttun mu kaarrdeeeşşş!! Neyse konumuz bu değil bu sadece sabahki sinirime içimi dökmemdi.

Bugün yani tam bugün Osmancan’la ayrılmamızın 2.yıl dönümü. Kutlu doğum haftam aslında. Tam 2 yıl 3 saat 16 dakika önce in a relationship’ten single bir hayata geçiş yapmıştım. Başlarda üzülüyor insan da sonra sonra bakınca ne kadar hayırlı bir iş yaptığını anlıyorsun. Zaten Osmancan ve hediyelerinden bahsetmiştim size. Kendisiyle ilgili en çok sorun yaşadığımız konulardan biri de ‘kıskançlık’tı.
Hani bazı kızlar der ya ay çok kıskanç ay beni boğuyor ay bilmem ne! Kıskanacak arkadaş! Erkek dediğin kıskanacak! Burnundan getirecek onu giyme oraya bensiz gitme şunu yapma diyecek! Gerektiği yerde yumruğu masaya vuracak. Acaba sevgililerinin kıskançlıklarından yakınanlar siz hiç non-kıskanç bir idiotla olmayı denediniz mi? Adam kıskansın diye olmayan şeyleri var gibi gösterirsin.
‘Hayatım şu çocuk beni kesiyor kaç saattir?’ dersin ve aldığın tepki boş bir bakıştır sadece.
Alırsın bunu alışverişe gidersin. Sırf tepkisini ölçmek için gidip en açık saçık transparan elbiseyi denersin.
‘Bu nasıl sence?’
‘Yakıştı’
‘Sence de biraz açık değil mi?’ (Bak burada baya ayan beyan ulan kıskansana bi sinyali gönderiliyor)
‘Yoo bence değil. İstersen al benim için sorun yok’
Geber e mi! Nefesin boğazında tıkanıp kalsın! Sinek ilacında boğul! İşte benim Osmancan da tamı tamına böyle bir türdü. Adamda kıskançlığın kı’sı yoktu! Neler yaptım neler ettim ıh cık yok… Bir süre sonra ben de alışmıştım uğraşmıyordum artık. Ama bir gün bir olay oldu ki gerçekten de şeytan dedi çarp suratına bir tane 2 80 serilsin yere…

Klasik bir üniversite bahar şenlikleri dönemi okulun şenliğine gidiyorduk 2 kız arkadaşımla. Osmancan ve arkadaşlarımın sevgilileri bizden önce gitmiş bizi okulda bekliyorlardı. Otobüs yine en sevdiğimden tıklım tıkış herkes birbirinin üzerinde… 3 tane çocuk geldiler yanımıza içimize düşecekler. Yer değiştiriyoruz yine geliyorlar. Çileden çıktım ama yapılacak da çok fazla bir şey yok. Sonuçta yoo bakmıyorum der ve öylece kalırsın ortada. Neyse sabır çeke çeke yol bitti geldik okula. Tam otobüsten indik bir baktım bunlar da bizimle birlikte indiler. Okulun bahçesine girdik peşimizden ayrılmıyorlar. Osmancan’ı aradım bizi almaya gelin diye ‘Yaa siz gelin işte’ dedi benim canım anlayış topağı sevgilim. Telefonu suratına kapadım ve hızlı adımlarla ilerlemeye başladık. Hava karanlık kampüsün içi uzak… Neyse kızlarla birbirimize sokulduk yürüyoruz. Tam konser alanına geldik çocuklar konuşmak için yaklaştılar bize o sırada Osmancan’ı görüp boynuna atıldım. Bunu gören çocuklar tabi mosmor olup uzadılar yanımızdan. Ruhu godoş olsa da Allah’tan fiziki görünüşü itibariyle biraz tırsılan bir tip gibi duruyordu kendisi. Tüm rahatlığıyla bana ‘Naber’ dedi yavşak yavşak. İçimden geçen tüm cevapları susturup iyidir dedim sadece. ‘Ya hayatım yaa çok sinirliyim’ dedim. Ama vallaha da billaha da bu kez kıskansın diye dememiştim. Gerçekten sinirliydim. Üstelik bu defaki case study de değildi baya baya yaşanmışlıktı… Neyse bu neden ki diye sordu. Otobüste 3 çocuğun yaptığı sarkıntılığı sonra konser alanına kadar dibimizde gelmelerini falan olanları anlattım ve başımla çocukları işaret ettim. İstiyorum ki olay çıkartsın, çocuklardan hesap sorsun ya da en kötü ihtimalle bi elimi tutup kendine çeksin sarılsın bi bişey yapsın. Peki o ne yaptı?! Gerçekten bu noktada kelimeler kıyafetini yitiriyor sevgililik kavramı tüm anlamsızlığıyla karşısına çıkıveriyor insanın… Gayet rahat döndü gözümün içine içine baktı ve ‘E ne var bunda hayatım? İnsanlar başka türlü nasıl tanışacaklar?’ dedi. Hani derler ya başımdan aşağı kaynar sular döküldü diye. O an 40 kazan fokur fokur suyu başımdan aşağı dökseler öyle bir etki yaratmazdı kanımca. Hiçbir cevap veremeden içime içime sinirlenip tüm gece içtim ve o bunu asla ama asla bilmedi… Şimdi dönüp bakıyorum da olayın en çok tuhafıma giden kısmı gerçekten de tüm asosyalliğiyle insanların birbirleriyle bu şekilde tanıştıklarını düşünüyor olması… Sana hayatta başarılar şekerim… 

NOT: ÇOK SICAK!

11 Nisan 2012 Çarşamba

Sedef Kolye

Ne harika bir çarşamba günü bu böyle! Sabah sabah sanki havanın yeterince gri ve ıslak olması yetmiyormuş gibi bir de geçmişle uğraşmak zorunda kaldım. Aslında uğraşmak değil de geçmişimdeki ironikliği bir kez daha yine yeni yeniden gözlerimin önüne serdiler...

İşe geldim. Soyunup dökünüp gayet keyifli bir biçimde Starbucks'tan filtre kahvemi almaya gittim (Evet frappucinoya ben de bayılıyorum hele de bol kremalı ve çikolata soslu olanlarına ama üzgünüm diyetteyim!) Sıraya girmiş filtre kahvemi bekleyip bir yandan da muhteşem very berry muffinlerin üzerindeki beyaz ponçiklerin neyden yapıldığını keşfetmeye çalışıyorken bir arkadaşım geldi. Kızın yüzünde güller açıyor. Böyle insanlara da ayrı hayranım. Ben sabah kalkıp içimden bir gün de işe pijamalarımla gidebilirim bence diye savaş verirken insanlar nasıl böyle süslenip püsleniyorlar aklım ermiyor. Oysa lisansta hayat ne kadar da güzeldi. Sevgili eşofmanım ve ben ha bir de yağlı saçlarımı örten siyah şapkam muhteşem bir uyum ve ahenk içerisindeydik... Her neyse kız sabah sabah şakırken ben de bu düşünceler içerisindeydim ve o sırada filtre kahveme kavuşmuş olmanın verdiği mutluluk sardı dört bir yanımı. Birlikte asansöre doğru yürürken bunun eli sürekli kolyesinde. Artık üzerimde bunu sormam gerektiğine dair bir baskı hissettim... 
'Kolyen çok güzelmiş.' (not: Hayır! Güzel değildi. Hatta hiç beğenmedim! Ucundan Eros sallanan gümüş bir kolye... Düz is more demek istiyorum. Nedir yani? Orada Eros var diye biz o kolyeyi aşkla bağdaştırmak zorunda mıyız? Eserin adı eros? Ya sevgilisi aldı ya da aşkı arayan bir arkadaş ki sevgilisi olduğunu bildiğime göre aslında kolyen güzel dediğimde alacağım cevabı da biliyordum.)
Önce bir kıkırdadı.
'Ya sorma! Erhan'ın hediyesi. Canım ya 6.ay dönümümüz için almış'
Yemin ediyorum o an böyle bir gözlerim doldu böyle bir hüzünlendim...Hayır! Tabi ki eros şeklindeki kolyeyi kıskandığım için değil. Sadece o eros şeklinde de olsa bir kolyeydi... Bir kolyenin benim için neler ifade ettiğini bilemezsiniz... Tabi ki bu olay beni alıp 2 yıl önce biten ilişkime sürükledi ve kendimi birden bir flashback'in içinde buluverdim...

Bundan 2 yıl önce biten ve yaklaşık olarak 2buçuk yıl süren orta halli bir ilişkim olmuştu. Aşık mıydım? Hayır! Seviyor muydum? Evet! Ama bazen bazı şeyler yaşanır ve biter... Tıpkı doğmak ve ölmek gibi. Ya da yaprakların sonbaharda dökülüp baharda yeniden açması gibi... Neyse benim ilişkimde de inişler çıkışlar oluyordu ama yine de çevreme baktığımda normal seyrinde ilerleyen olması gerektiği gibi olan bir birliktelikti bu. Hediyeler hariç!

Osmancan (tabi ki gerçek adı değil) elektronik mühendisi olmasının yan etkilerinden olsa gerek tam bir elektronik düşkünüydü. Benim gibi 'ben vs. teknoloji' konseptli bir insana aslında baya tersti ama artık bu zıtlık mı çekti bilinmez kendimi onca yıldır bilmediğim bir teknoloji evreninin içinde buluverdim. Benim teknosa vb. mağazalar için anlayışım 'Tost makinesi alacağım' vb. bir cümle kurmadan asla oraya adım atmamaktı ama Osmancan ile her şey değişti. İlk Teknosa maceramızda sinema için bir alışveriş merkezine gitmiştik. Ben filme böyle yarım saat falan varsa bir cafeye oturup kahve içmeyi belki bir tatlı yemeyi severim ama Osmancan beni kolumdan tutup sürükleyerek Teknosa'ya sokmuştu. İçeri girince 'Eee ne alacaksın?' diye sordum çünkü tabelalardan hemen o bölüme gidip alacağı şeyi seçip çıkıp gitme niyetindeydim ama o an 'Hiç genel olarak yeni neler çıkmış bakacağım' cümlesiyle gözlerime kara bir perde inmesine engel olmadım. (Ah elbetteki perde kalın kadife kumaştandı ve üzerinde swarovski minik taşlar vardı hov hov!) Önce kendimizi bilgisayarlar bölümüne atıp yeni çıkan bilumum laptop, minibook vb. ne varsa inceledikten sonra oradan harici diskler bölümüne geçtik. En son plazmalara gelmiştik ki isyan bayraklarını çektim ve filme yetişmemiz gerektiğini söyleyerek kolundan çekiştirdim. Ama yemin ederim o gözlerindeki hüzün görülmeye değerdi! Resmen bir top havuzunda tam da eğlencenin doruklarına ulaşmışken annesi tarafından koca koca kadınlarla birlikte alışverişe götürülmeye zorlanan bir çocuk gibiydi. (not: Çocukları hala sevmiyorum!) İşte Osmancan'ın teknoloji aşkıyla böyle tanıştım. Tanışmaz olaydım! Allah benim bin türlü halimi vereydi de gözlerim görmez olaydı!

İnsanlar sevgililerinden özel günlerde hediyeler beklerler. En azından ben beklerim valla yani beklerdim yani hani hediye konseptinden soğutulmadan önce... Osmancan sağ olsun hediye konusunu hiç atlamazdı. Her doğum günü, sevgililer günü, yılbaşı, 1./2./6. ay dönümü... Hepsinde mutlaka beni bir yerlere götürür ve hediye alırdı. Alırdı almasına da... Bir gün de göğsümü gere gere sevgilimin aldığı hediye bu diyip takıp giyip bilmem ne yapıp gezemedim. Neden? Çünkü adam bir tane normal hediye aldı mı bana? Almadı! Çevremdekiler hep 'Ya niye öyle diyorsun ama ne güzel işe yarar şeyler almış hep' diyorlar da o öyle değil işte. İnsan kendisini robot gibi hissetmeye başlıyor (şimdilerin ÇelikNaz'ı bendim belki de bilemeyiz). Adamın bana aldığı hediyeler harddisk, tablet (çizim yapmaya yarar kendisi), yok microdalgaya konulunca patlayan patik... Yok! Bir tane insan gibi hediye alamadım ben. Bir de her defasında çok sevinmiş ve tam da ihtiyacım olan şey oymuş gibi davranmak zorunda olmak yok mu? İşte orada nice oscarlar almayı hak etmiş bir yiğittim ben aslında! İşte ben artık hediye konseptinden iyice soğumuştum ki o gün gelip çattı... Kutlayacağımız 2. sevgililer günü... Normalde sevgililer gününe karşıyım yani öyle hediye almak falan çok manalı değil ama madem herkes yapıyor bana ne! Ben de hediyemi isterim arkadaş! O gün Osmancan'la birlikte güzel bir yere yemeğe gittik. Önümüzde harika bir yemek karşımızda muhteşem bir manzara ve tam da o an Osmancan'ın cebinden bir kutu çıktı. Ellerimin buz kesip titremesine engel olamadan yüzüne bakıyordum. O ise oldukça rahattı ve gülümsüyordu.
'Bu senin için hayatım. Bana seni hatırlattı.' diyerek kutuyu bana uzattı. Böyle dediğinde tabi ki içimden ellerini kavuşturup dizlerinin üzerine çökmüş ve dolu dolu gözlerle 'Yohksağğ yohksağğ' diyerek iç çeken Yang birden buharlaşıp gitti. Fakat yine de bu kutuyu açarken parmaklarım titriyordu. Çünkü o hayallerimde yaşattığım tek taş olmasa da bir yüzük bir kolye bir bişeydi yani o benim aldığım ilk normal hediyeydi. Kutuyu açtığımda bildiğin dikdörtgen şeklinde sedef bir kolye duruyordu. Göz yaşlarım akmasın diye bir kaç kez burnumu çekmek zorunda kaldım. Normalde dönüp bakmayacağım sıradanlıkta olan kolye beni o an dünyanın en mutlu insanı yapmıştı. Osmancan ise gözlerindeki mutlulukla beni süzüyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
'Çok...Çok beğendim çok teşekkürler' diyebildim titreyen sesimle. O ise gülümseyerek uzandı ve elimi tuttu ve bana 'Hepsi bu kadar değil. O sıradan bir kolye değil' dedi. İşte o an gözlerimdeki korku dolu ifadeyle onun yüzüne baktım. İçimden inşallah böyle eski kalpli kolyeler gibi açılan bir kolyedir ve içine resim falan konuyordur diye geçiriyordum. Ona bile katlanabilirdim o an... Ve duymaya hazır olmadığım ve asla olamayacağım o cümleyi duydum.
'O aslında bir flash disk!' dedi ve mutlulukla sanki dünyanın en şahane buluşuymuşçasına kolyeyi elimden aldı ve altından o flash disk kısmını çıkardı. Allah belanı versin Osmancan! Allah belanı verseydi de o an beni mutluluktan havalara uçuran sıradan sedef taşlı kolyenin flash disk olduğunu söyleyen dilin tutulsaydı. O an taş kesildim... Ve yine bir kez daha nice Hollywood oyuncularına taş çıkaran yeteneğimle hayatımda gördüğüm en olağan dışı şeymişçesine bir mutluluk krizine girme rolümü başarıyla tamamladım!

P.S.: Aslında hepsi benim suçumdu! Çıkmaya başladığımızın ilk haftasında bana bir buket gülle gelen Osmancan'a 'Bu ne yeaaöö ben gül sevmem ki! Bir daha sakın bana gül alma! Ayrıca elimde de taşımam onu. İstersen kendin taşı ya da çöpe at sen bilirsin!' demeyecektim bunları diyerek çocoomun içinde yatan gizli romantiği öldürmeyecektim!




























10 Nisan 2012 Salı

Portakal kokulu merhabalar...

Biliyordum... Bir gün ben de blog dünyasına adım atacağımı biliyordum ama zamanlama için sahilde oturup denize bakarken içime 'seni!' çekmem gerekiyormuş... Günlüğümdeki sanatçı kişiliğimin de aslında tüm dünya tarafından keşfedilmesi gerekiyordu ki onlar bence sonrasında başıma gelmedik kalmayışlarının habercisiymiş bana...

Her neyse... Kısa bir merhaba ile blog girişimi yapmış bulunuyorum... Pek yakında 'Anlatsam Roman Olur' hayatımda nasıl dünyanın bütün öküzlerini istediğimi tek tek göreceğiz nasıl olsa...